21 Ekim 2013 Pazartesi

Tek DİL, Tek VATAN, Tek DEVLET, Tek BAYRAK...

DİL KÜLTÜRÜ
Ali Demirsoy
Bir ülkenin kimliğini dili belirler; ancak özellikle Türklerin ülkü birliğini hatta bir anlamda evrimsel kökenini yine dili belirler. 
Dünyada Türkleri bir çatı altında tutmak istiyorsanız, vücutlarının yapısal özelliklerini belirleyici ölçüt olarak alamazsınız; dil kültürü Türkü Türk yapar.
Türk dilinin özendirilmesi, kimliğimizin evrensel olarak korunması olacaktır. 
Birliğin yıkımı ise dilimizin yerine başka dilleri ikame etme ve önemsizleştirme ile gerçekleşecektir. 
Osmanlı döneminde ilk defa Birinci Meşrutiyet ilanı (1876) ve ilk sivil anayasanın hazırlanması sırasında her ne kadar imparatorluğun birliğini koruyabilmek için Türk dili konusunda duyarlı adımlar atılmış olsa da; 
Osmanlı uzun yıllar Türk diline önem vermemesinin acı sonuçlarını yaşamıştır; hızla parçalanmasının önemli nedenlerinden biri olmuştur. 
Benzer şekilde bugün de, özellikle son yarım yüzyıldır artan bir ivme ile sokaktaki tabeladan, ana okullarına, çıkarılan bilimsel makalelerden, giydiğimiz tişörtlerin üzerindeki yazılara kadar artık hep yabancı diller egemendir. 
Osmanlı bu gafleti ağır ödedi; dilerim biz ödemeyiz.
Bir ülkenin klavyesini terk edip başka bir dilin klavyesini yaygın olarak kullanması bile kimlik aşınmasıdır.
Demokrasi açılımı adı altında Türk diline yapılan saldırıları ve sinsi bir şekilde dil birliğini bozarak ulusal kimliğimizi geçmişteki gibi sarsmayı hedefleyen girişimleri hem de en yetkili kuruluşlarımızın ve bilim adamlarımızın aymazlıklarını, bilinçli ya da bilinçsiz olarak dilimizin önemsiz bir konuma düşürülerek Anadolu insanına (hatta Türk dünyasına) yapılan darbeyi göreceksiniz.
***
TÜRK DEMEK: Türk'çe düşünmek, Türk'çe konuşmak ve Türk'çe yaşamaktır. Ne mutlu TÜRK'üm diyene... (orijinal/gerçek vecize) 
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK 

20 Ekim 2013 Pazar

KÜRESEL GÜÇLER VE OYUNLARI

Küresel güçler ve oyunları

Bugün dünyanın geri kalmış ülkelerinin geleceği;
globalleşme ve küreselleşme kavramlarına dayalı
yabancı ve güçlü batı sermayesine
kurban edilmektedir.
Buna vize vermeyen ülkelere ise
şiddet ve cebir uygulanmaktadır.
Dünyada medeniyetin gelişmişliği;
asla ileri teknoloji ve güçlü sermaye ile ifade edilemez.
Aksine insanların refah ve huzurunu
sağlamaya yönelik, insani değerlerin
doruk noktalarına çıkarılmasıyla ölçülür.
İnsanların huzuruna zarar veren her davranış,
savaşlar, cinayetler; ilkelliğin, medeniyetsizliğin
en belirgin ölçüleridir.
Kapitalistler ve emperyalistler
amaçlarına ulaşabilmek için ayrıca
birilerinin ceplerini şişirmek, kimilerinin beyinlerini
yıkayarak kör ve sağır düşürmek,
duygusuz hale getirmek,
başka bir deyişle robotlaştırmak (mankurtlaştırmak)
çabalarındadırlar. Çünkü onların engel çıkarmayacak
zayıf kapılara gereksinimleri vardır.
Toplumların önemli manevi değerlerini, kültürel
miraslarını, insanlar arasındaki sevgi ve saygı bağlarını,
onların daima önde gelen ve bir çatı altında tutmada
rol oynayan ata, vatan, bayrak gibi kutsal saydıkları
varlıklarını gözden düşürerek, indirgeyerek
güçlerini zayıflatma girişimlerini
sezdirmeden yürütme gayretindedirler.
Buna sinsi düşmanlık, soğuk savaş da denilebilir.
Biz, her zaman ülkemizdeki ve dünyadaki tüm insanların
savaşa, kavgaya, kin ve nefrete bulaştırılmadan
gerçek hak ve hukukun, adaletin şemsiyesi altında,
huzur, güven ve özgürlük içinde, birbirlerine sevgi ve
saygı duyarak, her türlü sefaletten ve her türlü rezaletten
uzak bir şekilde yaşamasını istiyoruz.
Bu istek, inanıyoruz ki yüksek insanlık onuruna yakışan
doğrultudadır ve hem de günümüz medeniyetinin asıl
gereklerindendir.
Bugün dünyada silâhlanma ve savaş için harcanan paralar,
yoksulluğun giderilmesine yönlendirilse; en geri kalmış
ülkelerde dahi hiçbir çocuk, hiçbir insan açlıktan
ölmeyecektir. Sefalet ve rezalet içinde yaşayan tek kişi
kalmayacaktır.
Sözlerimi A.Einstein’in şu sözü ile bitirmek istiyorum;
“Dünyada tek bir çocuk dahi mutsuz olduğu sürece,
büyük icatlar ve ilerlemeler yoktur”.

İsmail KARA

2 Ekim 2013 Çarşamba

MÜZİK HARAMMIŞ

MÜZİK HARAMMIŞ DUYDUNUZ MU?..
İsmail KARA
İlkokula yeni başlayan bir çocuk, okul dönüşünde bir akşam babasına;
            -Baba ya bizim öğretmen bir şey bilmiyor, der. Babası;
            -Olurmu oğlum öyle şey, yoksa öğretmen olamazdı. Çocuk;
            -O halde neden hep bize soruyor; bu nedir, bu nedir diye…
            Fıkrada olduğu gibi gerçekten bir şey bilmeyen öğretmenler, hatta profesörler bile var Türkiye’de… Ne yazık ki, onlar çok bildiğini sanırlar. Oysa ki bilmediğini bilmenin de bir erdem olduğundan haberleri dahi yoktur. Hiç kimse bilmediği, irdelemediği konularda ahkâm kesmemeli.
            Ben bir kurumda görev yaparken, profesör diye başkan seçtiğimiz bir adam, orada her şeyi altüst etmişti.  
            Aşağıdaki sözleri söyleyen sözüm ona profesörler, müziğin tarihçesini bile bilmezler. Müziğin tarihi çok eskidir. Yalnız bu konuda bulunan en eski yazılı eser, 3000 yıl kadar öncesine dayanır. O da, Hindistan’da bulunan dinsel içerikli Veda adlı eserdir.
            Müzik, yüzyıllarca insanları psikolojik yönden tedavide bile kullanılmıştır. Osmanlı döneminde bu maksatla Amasya’da bir tedavi merkezi de kurulmuştur.
            Gazeteci yazar Yılmaz Özdil’in makalesinde okuduğum bir bölüm;
Bir ilahiyat profesörü “kadın sesi içeren müzik, caiz değildir” dedi. Bir başka ilahiyat profesörü “çalgı aleti çalmak haramdır” dedi. Bir başka ilahiyat profesörü “müziğin dinlenmesi bile haramdır” dedi.
            Prof. Dr. Mehmet Ali Demirbaş: “Müzik ne kelime, ilâhi bile haramdır” dedi.
            Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci; “Şarkı ancak çalgı ve kadın sesi içermiyor, sözleri de dinen sakıncalı değilse dinlenebilir” dedi.
            Prof. Dr. Orhan Çoker; “Müzik için haram diyemeyiz ama helal de diyemeyiz. İçeriği İslâm’a uygun olmalıdır. Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir” dedi.  
            İşte bu satırlar, bu günkü makaleyi yazmama sebep oldu.
            Kutsal kitabımız Kur’a-nı Kerim, müzikal bir ahenk içerir ve o ahenkle okunur.
            Bugün pek çok ilâhi, müzik eşliğinde söyleniyor. Mevlid-i Şerif müzikal bir ahenkle söyleniyor. O zaman müzikli diye İlahiler dinlenmemeli, mevlit müziksiz okunmalı değil mi?
            Hem bütün dünyada “müzik ruhun gıdasıdır” denilecek, hem de sizler kendi  kafanıza göre fetva vereceksiniz. Sizin yüzünüzden insanlar bu gıdadan mahrum edilecek; müzik, şu çağda size göre yasaklanacak. Olacak şey mi?
            Şimdiye kadar müzikle ilgili çok söz söylenmiştir. Bazılarını okuyalım;
            -Müzik, gökle yer arasında bir ahenktir. (Konfiçyüs)
            -Kalpteki fazilet tohumları müzikle yeşerir. (Luther)
            -Müziği sevmeyene insan dememeli. (Goethe)
            -Müziğin olduğu yerde kötülük barınmaz. (Cervantes)
            -Müzik, ruhu günlük hayatın tozlarından temizler. (B.Auverbahch)
            -Müzik, insanların evrensel dilidir. (Longfellow)
            Kadın sesi, erkek sesi ayrı mı da ne oluyor? Bunu anlamak da zor. Bebeklik dönemimiz annelerimizin ninnileriyle geçmedi mi? Halk kültürü manileri, türküleri yok mu sayalım?
            Çalgı aleti çalmak harammış. Nerenden çıkardın bunu be mantar kafalı profesör? Haramı, helali tayin edecek mertebede misiniz? Kendinizi Allah’ın elçisi mi sandınız yoksa?
            “İnsanlar her düşündüğünü söylemeli, her söylediğini de düşünmelidir” diyor bir filozof… Ne kadar doğru söylemiş değil mi?
            Söylenecek çok şey var da, uzattıkça sinirlerim yıpranıyor.
En iyisi kısa kesmek. 

ŞİMDİ FIRTINA KOPARIYORUZ

ŞİMDİ FIRTINA KOPARIYORUZ

Okullarda “Andımız” kaldırıldı diye şimdi bir bardak suda fırtına koparıyoruz.

Daha önce neredeydik?

Andımızı yıllarca, papağan gibi söyledik durduk. Ondaki anlamı beyinlerimize yerleştirebildik mi? Uygulayabildik mi?

Kendimize özgü eğitim sistemi üreteceğimize, Atatürk öldükten çok kısa süre sonra  bu konuda adeta ABD’ye teslim olmadık mı?

Atatürk inkılaplarına, O’nun ilkelerine ve ilerici görüşlerine sahip çıktık mı? O’nu birazcık olsun anlamaya, O’nun gibi düşünmeye yanaştık mı?

“Türk, övün, çalış güven!” dedi. Övünmesini iyi biliriz de,  çalışmasını bildik mi? O, bu ülkeye, bu vatana tüm imkânsızlıklara rağmen çok büyük değerler kattı. Uygar ülkeler seviyesine erişmek için; “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz” örneğinde olduğu gibi bize nice yollar gösterdi. O yolları görebildik mi, o yollardan gidebildik mi?

Ülkeyi yönetenler;  vatan ve ulus çıkarları yerine kişisel ve partisel çıkarlar uğruna, nice maddi ve manevi değerleri ayaklar altına almadılar mı? Her devirde demokrasi masallarıyla milleti kandırmadılar mı?

Türk insanı cesurdur, dürüsttür, mertdir, doğrucudur, yalan söylemez. Tarih böyle yazıyor. Ama o eskidenmiş desek yeridir.

Tarihte kapitülasyonları yaşamış ve onlardan ders almamış insanların evlatları, torunları olarak ezeli düşmanlarımızdan aldıkları ağır borçlarla, ülkemizi hamile bırakmadılar mı? Sonra da onların birçok isteğine boyun eğmediler mi?

Dünya Bankasına, IMF’ye olan borçlarımızı ödeyemez durumda kalmadık mı ?

Zengin Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü değerlerini kendi ellerimizle, kendi öz sermayemizle işletmekten aciz insanlar durumuna düşürülmedik mi? O kaynakların değerini bilip, sahip çıkabildik mi?

Avrupa ülkeleri ile gümrük anlaşması yaparak, onların mallarına gümrük vergisiz kucak açmadık mı? Peki biz onlardan harıl harıl mal alırken, onlara ne satabildik, ne kadar satabildik? Alım satım (ithalat-ihracat) arasında hiç denge kurabildik mi? Hiç açığı kapatabildik mi? Hayır.

Ey Türk Ulusu !

Zaman geç de olsa “Andımız” a söylem olarak değil, gerçek bağlamda hep birlikte sahip çıkalım. Hedeflerimizi tam anlamıyla ortaya koyalım.

Başta Batının boynumuza geçirdiği, günden güne kalınlaşan sermaye zinciri olmak üzere tüm zincirlerden kurtulmaya çalışalım.

Türk insanı zekidir. Kafasını isterse çok iyi kullanabilir.

Ve… İstiklal Savaşında olduğu gibi elbirliği ile her şeyin üstesinden gelebilir. Bunun için çok şeye ihtiyaç yok. Yeter ki, isteyelim ve birlikte hareket edelim.

Sözlerimi şimdilik aşağıdaki şiirimle bitiriyorum.

A  T  A  M

Dünyaya rehber oldun,
Uykudan göremedik.
Hep sözle dedik durduk,
İzinden yürümedik.

“İleri” dedin hep bize,
“Dünya gelmeli dize”…
Mahcup olduk biz size,
Hedefe varamadık.

Ne sanayi, ne tarım,
İşler hep kaldı yarım,
Nerde köklü yatırım?
Şaşkınız, bilemedik.

Ekonomi tekliyor,
“İmdat” diye bekliyor,
Dayanıyor, çökmüyor,
Bir dümen veremedik.

Devletin malı deniz,
Sanki sahip değiliz,
Sömürüldük daim biz,
İnanın ,edemedik…

Nerde gerçek eğitim?
Gençliğin kaldı yetim,
Yolumuz oldu çetin,
Biz çağa eremedik.

Başlardan gitmez duman,
Zaman, maddeci zaman,
Aman vermiyor, aman
Bir candan gülemedik.

Rahatın yok yerinde,
Üzüntün çok derinde,
ATAM! Yine görün de,
Gelelim kendimize…
Bir türlü gelemedik.

İsmail KARA 

31 Ağustos 2013 Cumartesi

ÇOCUK KATLİAMI

         ÇOCUK KATLİAMI

           Ağustos’un 21.günüydü bir haber okuduk. Suriye’de 635 çocuk, tahminen zehirli gaz kullanılarak katledilmiş. Sorumlusunun da Esat rejimi olduğu söyleniyor. Bu doğru olabilir veya olmayabilir de… Belki karşıtları tarafından ya da başkalarınca yapılmış olabilir. Öldürülen çocuk sayısı da belki farklıdır.
           Her ne olursa olsun masum çocuklara yönelik katliamı, şiddetle kınıyorum.
           Ben zaten şu çağda; şu veya bu nedenlerle insanın insanı öldürmesini ve savaşları tamamen protesto ediyorum. Bir şiirim de aynen şöyledir;
           Köpekle kedinin, dostça yaşadığı günümüzde,
           İnsanlar halâ birbirini yemekte…
           Asırlar ve medeniyet ilerledikçe,
           Galiba insanlık gerilemekte…
           Doğrusunu isterseniz, üzgünüm ben,
           Utanıyorum kedilerden, köpeklerden.
           Dünyanın birçok yerinde yaşanan kaos, bugün yalnız biz büyükleri ürkütmüyor. Çocuklarımızın ve torunlarımızın daha karanlık günlere mahkum olacağı endişesini de fazlasıyla yaşatıyor. 
           İnsanlar, ülkeleri ve dünyayı yönetenler bir avuç çıkar için savaşlar çıkaracağına, türlü türlü silahlar üreteceğine; her yerde güller ve çiçeklerin üretilmesini, insanlar arasındaki sevgi bağlarının güçlendirilmesini sağlasalar, bu dünya çok güzel , yaşanılası bir dünya olurdu.
           Tam aksi yaşanıyor, yaşatılıyor. Ben üzülüyorum.  Gerçek aydınlar üzülüyor.
           Büyük Atatürk’ün bir sözü var; “Bütün ümidim gençliktedir”.  Ben de O’nun gibi düşünüyor ve ileride dünya gençlerinin bu dünyada sevgi tohumlarını yeşerteceğine, insanların el ele kardeşçe yaşamasına zemin hazırlayacağına, teknolojiyle birlikte, insanlığı, dolayısıyla gerçek medeniyeti, zirvelere taşıyacağına inanıyorum.
           Başta çocukların aç- susuz, perişan yaşatıldığı, tecavüzlere, saldırılara uğradığı her hangi bir ülkenin varlığını ve adını duymak istemiyorum.
           A.Einstein bir sözünde diyor ki; “Dünyada tek bir çocuk dahi mutsuz olduğu sürece, büyük icatlar ve ilerleme yoktur”.
           Yazımı aşağıdaki şiirimle bitiriyorum:

 ÇOCUKLAR
         
Çocuk, tomurcuğa benzer,
Ruhu, okşanmak ister.
Güneşin sıcaklığı gibi,
Sıcak bir sevgi bekler.

Sevgiyle açılır, güler,
Sevgiye doydukça,
Ağlaması biter.

Çocuk, yuvanın gülüdür,
Çocuk, evrenin dilidir,                                              
Çocuk, sevginin selidir,                                                        
Gönül çocuk olmak ister.

Yalındır coşkusu, neşesi,
Riyasızdır beklentisi,
Bilmez kötülükleri,
Kimseye olmaz kini…

Bir saflık, bir yücelik
Sezerim çocuklarda,
Yüreğimde büyür, büyürler.
Çocuklar tıpış tıpış
Sevgiyle yürürler.


Ne olur hep böyle,
Böyle kalsalar?
Dünyayı hep böyle,
Böyle bulsalar…

Ya da;
El ele verseler,
Kinsiz, savaşsız,
Sevgi dolu bir dünyayı,
Yeniden kursalar.

İsmail KARA
(Diyanet ÇOÇUK Dergisi, Ağustos 1999,sayı;229)
            

13 Ağustos 2013 Salı

NASIL FİLM BUNLAR?

NASIL FİLM BUNLAR?
İsmail KARA
              Televizyonda vaktim olduğunda sinema ve bazı dizi filmler izlemeyi çokları gibi seviyorum.
              Bazı televizyon kanallarında yayınlanan eski yerli ve yabancı filmler ise daha çok hoşuma gidiyor. Bizim o eski filmlerde Türkçemiz çok güzel kullanılmış. Konuşmalar oldukça düzgün ve seviyeli. Çeviriler de öyle. Edebî kurallara uyulmuş. Bu yönleriyle bile insanı dinlendiriyor, rahatlatıyorlar.
             Kültürümüze ışık tutuyorlar. Kültürel gelişmeye ışık tutuyor, destek veriyorlar.
             Çoğunda millî kimliğimiz, ayna gibi yansıyor.
             Günümüz sinema ve dizi filmlerine gelince durum çok farklı…
             İşlenen konuların hemen hepsinde konu; “Vur, kır, öldür”.
             Türkçemiz perişan halde… Argo kelimeler, küfürlü sayılacak konuşmalar. Bozuk telâffuz… Her şey gelişim yerine, gerileme örnekleriyle dolu.
             Hemen hemen bütün dizilerde vahşet işleniyor. İnsanların tavuk kadar değeri yok. Kavgalar, dövüşler bitmiyor, silahlar susmuyor. Tecavüz sahneleri bitmiyor. Ölenlerin, öldürenlerin hesabı yapılamıyor. Kovboy filmlerini bile aratmıyorlar.
             Bildiğim kadarıyla bu filmlerin, birçoğuna devlet eliyle maddi destek veriliyor.
             Çocuklar ve gençler, izlediklerini genellikle örnek alıyorlar. Bunları izleyen kişiler ve böyle kişilerden oluşan bir toplumun geleceğinin vay haline…
             Devletin ileri gelenleri beyanat üzerine beyanat veriyorlar; “Aile içi şiddeti önleyeceğiz” diye. Hal böyle iken olmaz, olamaz.
             Önleyemezsin kardeşim! Kadına karşı, çocuğa karşı, diğer insanlara karşı şiddeti, tecavüzleri önleyemezsin. Televizyonlarda senin halkın her daim değindiğimiz gibi vahşet
izlerken; dediklerini yapamazsın.
             O sözler de, bir hayal ürünü (ütopi) olarak kalır.
             Sorunlar, lâfla çözülmez. Hele uzun vadeli sorunlar için köklü ve esaslı tedbirler almak, kesinlikle şarttır.

23 Haziran 2013 Pazar

Kadınlarımızın Bugünkü Yeri

KADINLARIMIZIN BUGÜNKÜ YERİ
İsmail KARA
            Ulu Önder Atatürk; Kadınlarımız erkeklerden daha çok aydın, daha çok kültürlü, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer gerçekten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar” demiştir.
            Dünyada ilk defa kadınlara seçme ve seçilme özgürlüğü, yine Atatürk zamanında yasal hale getirilmiştir. Nitekim 1935 de yapılan milletvekili seçimlerinde TBMM’ne ilk defa 18 kadın milletvekili seçilmiştir. Toplam vekil sayısı ise 395’di.
            Daha sonraki bazı seçimlerde TBMM’ne 3-4 kadın milletvekilinin girdiği dönemler de olmuştur. 1950 ve 1961 seçimlerinde 3’er, 1954 ve 1977 seçimlerinde 4’er kadın milletvekili seçilmiştir.  
            2011 seçimlerinde milletvekili sayısı 550 dir ve 78’i kadındır. Bu sayı üstelik , geçmişte yapılan diğer seçimlere göre bir rekordur. Kadınlarımızın siyasal alandaki yerinde 1935 lerden bu yana önemli bir değişiklik olmamıştır. Nitekim,” 2010 Birleşmiş Milletler ve Parlamentolar Arası Birlik Raporu” na göre Türkiye, kadınların meclislerdeki milletvekili olarak temsili sıralamasında 187 ülke içinde 109.sıradadır.
            Dünya ülkeleri içinde ilk defa Türkiye’de 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme özgürlüğü verilecek, hem de bugün en gerilerde yer alacaksınız. Aykırı bir durum…
            Diğer alanlarda da kadınlarımıza lâyık oldukları değer verilmemiş (kadınlarımızın daha çok aydın, daha çok kültürlü, daha fazla bilgili olmaları sağlanmamış), üstelik engellenmişlerdir. “Kız evlat değil mi okuyup da ne olacak” şeklindeki zihniyetlerin önüne geçilememiştir.
           İş hayatımız açısından konuya bakarsak, kadın girişimci ve işletmeci sayısı da oldukça azdır.
           Ulu Önder Atatürk’ün bir başka sözü de şöyledir; “Türk kadını cesurdur, gözüpektir. Hiçbir özellikte erkekten ayrı değildir”.
           Bence Türk erkeği, kadınını iyi tanımamış; ona lâyık olduğu değeri vermemiştir. Kadını adeta çocuk doğurma, ev ve tarla işleri robotu gibi değerlendirmiştir. Kadının toplumsal ve sosyal hayattaki yerine genellikle hor bakmış, küçümsemiştir. “Saçı uzun, aklı kısa ne anlar?” gibi yakıştırmada bulunmuştur.
           Dünyaca ünlü yazar Shakespeare (1564-1616) ise yaşadığı ta o devirde; Bütün kadınlar bir dereceye kadar muhayyileleriyle şair, kalpleriyle melek, kafalarıyla diplomattır” demiştir. Fakat, bir atasözümüz var ya hani; “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az”.
            Aynaya böyle kısaca baktığımızda, kadınlarımızın bugünkü yerinin iç açıcı olduğunu söylemek mümkün değildir.

21 Mayıs 2013 Salı

“AOÇ’ye emperyal hançer”

ABD'ye mi Satıldı?!..
Ankara’nın Çukurambar semti; ODTÜ bahçesi ile ŞAP ENSTİTÜSÜ, Yani, Çankaya Belediyesi Park Alanı arasında yer alan, 100. Yıl Sitesi, Çankaya Üniversitesi ve ATILIM Okulları bitişiği; Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) alanının ABD’ye satıldığı iddia edildi. Konu hakkında açıklama yapan Mimarlar Odası Ankara Şubesi, satışın kabul edilemez olduğunu söyledi.
(17 Mayıs 2013, TMMOB-yapi.com.tr)
Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı  Ali Hakkan ve Ankara Şube Sekreter Üyesi Tezcan Karakuş Candan, AOÇ alanının ABD büyükelçiliğine satıldığı yönünde bir açıklama yaptı.
Mimarlar Odası’nda düzenlenen basın toplantısında konuşan Ankara Şube Başkanı Ali Hakkan, satışın kabul edilemeyeceğini söyledi. Hakkan, “ Satılacak alan, Demir Kafes’in hizasında bizim de sıkça dava açtığımız emsal artışlarının olduğu alanda, Çukurambar semtinde 6 bin 400 metrekarelik AOÇ arazisinde bulunan alan, 1983’te Gazi Üniversitesi’ne devrediliyor. Gazi Üniversitesi alanı 2010 tarihine kadar değerlendirmeyerek, TOKİ’ye satış yapıyor. TOKİ ise alanı Amerika’ya satmak için mutabakat yapıyor. Büyükşehir Belediye Başkanlığı yükseklik serbest plan tadilatları yapıyor. TOKİ aracılığıyla burası ranta peşkeş çekilirken, TOKİ buradaki alanı ABD’ye satmak üzere. Üzülerek söylüyoruz ki tam da başkanın Amerika’da olduğu bu süreçte bölge ABD’ye peşkeş çekiliyor. Bunu kabul edemeyiz, bu konuda mücadele kampanyası yürüteceğiz” açıklamasında bulundu.
TMMO HUKUKİ SÜREÇ BAŞLATACAK
Hukuki süreç başlatacaklarını söyleyen Hakkan, şöyle konuştu: “ AOÇ Genel müdürlüğü 1983’te kamusal bir niyetle Gazi Üniversitesi’ne devretmiş olabilir ama bugün bu devrin ne anlama geldiği konusunda bu devirden ders çıkarmalılar. Atatürk Orman Çiftliği’nin kuruluş ilkelerine sahip çıkması gerekiyor ki buna müdahale etsin. TOKİ bunu hangi hakla yapar? ABD’ye satılacak alanda, yol yapımlarıyla ilgili belediyelerden talepler de var. Çankaya Belediyesi’ni de ABD isteğine göre bu alanla ilgili hizmet yapacak mı yapmayacak mı? Bu alanda sorumlu davranmaya davet ediyorum.”
“TOKİ, AOÇ arazisini ABD’ye peşkeş çekemez” 
Tezcan Karakuş Candan hem AKP’ye hem Gazi Üniversitesi’ne sert çıktı. Candan: “El değiştirerek gelen AOÇ alanında yazışmalar havada uçuşurken yakaladık. Çünkü AOÇ’de Yürüttüğümüz mücadele sebebiyle bizlere bilgi akışını sağlayan dostlarımız arttı. Bu yazışmalar elimize ulaştı. Alan 1950’li yıllarda AOÇ’ye kayıtlı. Gazi üniversitesi burayı alıyor, ve bir şekliyle konut ticaret alanı için TOKİ’ye devrediyor. Gazi, üniversite mi arada hülle yapan mı bunu anlamak zor. Hükümetin bütün ideolojik yaklaşımlarının altından Gazi Üniversitesi çıkıyor. TOKİ ABD büyükelçiliği ile elçilik yapılması için anlaşma yaptıklarını söylüyor. İnsan bu kadar mı vicdansız olabilir. AOÇ’nin emperyal peşkeşi Türkiye’nin tarihine kara bir leke olarak geçecektir. Tüm siyasi partileri bu konu üzerine tavır koymaya davet ediyoruz. AOÇ arazisi olması bizim için süreci hassaslaştırıyor. Ülke toprakları peşkeş sürecine gidiyor. ABD’ye verilecek bir karış bile AOÇ toprağımız yok“ dedi.
***
TMMOB: “AOÇ’ye emperyal hançer” 
(Haberin Orijinali)
Ankara’nın Çukurambar semtindeki Atatürk Orman Çiftliği alanı ABD’ye satılıyor. Konu hakkında açıklama yapan Mimarlar Odası Ankara Şubesi hükümete ateş püskürdü.
Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı  Ali Hakkan ve Ankara Şube Sekreter Üyesi Tezcan Karakuş Candan AOÇ alanının ABD büyükelçiliğine satıldığı yönünde bir açıklama yaptı. Mimarlar Odası’nda düzenlenen basın toplantısında konuşan Ankara Şube Başkanı Ali Hakkan, satışın kabul edilemeyeceğini söyledi. Hakkan alanı tarifleyerek başladı.  “ Satılacak alan, Demir Kafes’in hizasında bizim de sıkça dava açtığımız emsal artışlarının olduğu alanda, Çukurambar semtinde 6 bin 400 metrekarelik AOÇ arazisinde bulunan alan, 1983’te Gazi Üniversitesi’ne devrediliyor. Gazi Üniversitesi alanı 2010 tarihine kadar değerlendirmeyerek, TOKİ’ye satış yapıyor. TOKİ ise alanı Amerika’ya satmak için mutabakat yapıyor. Büyükşehir Belediye Başkanlığı yükseklik serbest plan tadilatları yapıyor. TOKİ aracılığıyla burası ranta peşkeş çekilirken, TOKİ buradaki alanı ABD’ye satmak üzere. Üzülerek söylüyoruz ki tam da başkanın Amerika’da olduğu bu süreçte bölge ABD’ye peşkeş çekiliyor. Bunu kabul edemeyiz, bu konuda mücadele kampanyası yürüteceğiz” açıklamasında bulundu.
Hukuki süreç başlatacaklarını söyleyen Hakkan, şöyle konuştu: “ AOÇ Genel müdürlüğü 1983’te kamusal bir niyetle Gazi Üniversitesi’ne devretmiş olabilir ama bugün bu devrin ne anlama geldiği konusunda bu devirden ders çıkarmalılar. Atatürk Orman Çiftliği’nin kuruluş ilkelerine sahip çıkması gerekiyor ki buna müdahale etsin. TOKİ bunu hangi hakla yapar? ABD’ye satılacak alanda, yol yapımlarıyla ilgili belediyelerden talepler de var. Çankaya Belediyesi’ni de ABD isteğine göre bu alanla ilgili hizmet yapacak mı yapmayacak mı? Bu alanda sorumlu davranmaya davet ediyorum.”
“TOKİ AOÇ arazisini ABD’ye peşkeş çekemez” 
Tezcan Karakuş Candan hem AKP’ye hem Gazi Üniversitesi’ne sert çıktı. Candan: “El değiştirerek gelen AOÇ alanında yazışmalar havada uçuşurken yakaladık. Çünkü AOÇ’de Yürüttüğümüz mücadele sebebiyle bizlere bilgi akışını sağlayan dostlarımız arttı. Bu yazışmalar elimize ulaştı. Alan 1950’li yıllarda AOÇ’ye kayıtlı. Gazi üniversitesi burayı alıyor, ve bir şekliyle konut ticaret alanı için TOKİ’ye devrediyor. Gazi, üniversite mi arada hülle yapan mı bunu anlamak zor. Hükümetin bütün ideolojik yaklaşımlarının altından Gazi Üniversitesi çıkıyor. TOKİ ABD büyükelçiliği ile elçilik yapılması için anlaşma yaptıklarını söylüyor. İnsan bu kadar mı vicdansız olabilir. AOÇ arazisi içerisinde bulunan bir yere emperyal hançer saplamayı AKP hükümetinden başkası yapamazdı. Bu affedilecek, kabul edilebilecek bir şey değil. AOÇ mücadelesi böyle sürerken, dış politika ABD’den kaynaklı zorlu bir  süreç yaşatılırken, Reyhanlı’da bu politikalar sonucu insanlarımız ölürken, bu politikanın kentsel ölçeğe yansımasıdır. AOÇ’nin emperyal peşkeşi Türkiye’nin tarihine kara bir leke olarak geçecektir. Tüm siyasi partileri bu konu üzerine tavır koymaya davet ediyoruz. AOÇ arazisi olması bizim için süreci hassaslaştırıyor. Ülke toprakları peşkeş sürecine gidiyor. ABD’ye verilecek bir karış bile AOÇ toprağımız yok“ dedi.
AOÇ’de ABD, MİT, Başbakanlık üçgeni
Candan Başbakanlık açtığımız her davaya müdahil olmaya başladığını belirten Candan: “Davalarımız AOÇ’de devam ediyor. Açtığımız her davaya başbakanlık müdahale oluyor. Son olarak AOÇ’de Bira Fabrikası’nın olduğu alana TBMM tesislerinin kurulmasına karşı açtığımız davaya Başbakanlık müdahil oldu. Güvenlik gerekçesiyle müdahil oldu. Alana ABD Büyükelçiliği yaparlarsa, buralarda kuş uçurtmayacaklar. Atatürk Bulvarı üzerindeki elçilik binalarını kaldırıma kadar sarkıttılar. Gitsinler kendilerine ayrılan Çaldağ’a yapsınlar. İlgili Belediyeler diplomatik siteler için planlarda yer ayırıyorlar. Belediyeler ABD Büyükelçiliği’ne diplomatlara ayrılan yerleri göstermeli. AOÇ kaynaklı bir arazi ABD’ye satılamaz. Bu ihanetin karşısında olacağız ”  dedi.
Candan ve Hakkan yapılan basın toplantısında ayrıca, alanın AOÇ arazisi olduğuna dair 1951 tapusunu ve bugün ABD’nin arazisi olarak görülen bir belge gösterdi. 

2 Şubat 2013 Cumartesi

MENFUR BİR PLANIN PARÇASI MI?..

“Heybeliada Ruhban Okulu” gündeme taşınır; 
“Ekümenik Patrik” furyası ısıtılırken!...
"KİN KAPISI" VE "İHANETLER"
Osmanlı döneminde iki patrik, ihanetleri yüzünden asılmıştır.
1. Fener Patriği III. Pantenios, Eflak ve Boğdan voyvodalarını isyana teşvik ediyor. Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, Patriğin voyvodalara gönderdiği mektubu ele geçiriyor ve Patriğin asılmasını emrediyor. Patrik III. Pantenios, 24 Mart 1657 günü Parmakkapı’da asılıyor…
2. 1820-1821 Mora isyanı, Balkanlar’ın Memâlik-i Osmanî’den ayrılmasını sağlayan en önemli hareketlerden biri oluyor.
Mora’da binlerce Müslüman Türk kılıçtan geçirilmişti. Dönemin Padişahı ikinci Mahmut, Sadrazam Benderli Ali Paşa’yı görevlendirmiş ve bu ayaklanmada parmağı olanların derhal tespit edilmesini istemiştir. Yapılan tahkikatta ve Patriğin evine düzenlenen baskında Patrik Beşinci Gregorius’un “ihanet” ettiği tespit edilir. Ayrıca Osmanlı’nın amansız düşmanı Rus Çarı Alexandra'ya yazdığı istihbarat mektupları ortaya çıkar ve yargılanan patrik, halkı isyana teşvik etmek ve Devleti Osmani Ali'ye ihanet etmek suçuyla “idam”a mahkûm edilir. İnfaz, Fener Patrikhanesinin kapısı önünde 21 Nisan 1821 günü icra edilir.
Bunun üzerine Patrikhane yönetimi, aynı yerde bir Türk büyüğü asılana kadar bu kapının kapalı tutulmasına karar veriyor. Mezkûr kapı, “KİN KAPISI” olarak anılıyor…
Patrikhane yönetiminin bu kararından haberdar olan Türk devlet yetkilileri, buna bir misilleme olarak, Patrikhane’nin bulunduğu sokağın adını “Sadrazam Ali Paşa” koyarlar. Bu kapı hala kapalıdır. Girişler, bu kapının solundaki küçük kapıdan yapılmaktadır
İDAM EDİLEN PATRİĞİN RUS ÇAR’INA MEKTUBU
Osmanlı Devletinde Rus sefiri (büyük elçisi) olarak uzun seneler çalışanİgnatiyef, “isyana elebaşılık etmek” suçundan Fener Patrikhânesi’nin kapısında asılan, Patrik Gregorius’un, Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı mektuba hâtırâlarında şöyle yer veriyor:
- “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-ı mümkündür. Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk-ü idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da an’anelerine olan merbutiyetten (bağlılıktan), ahlâklarının salâbetinden (kuvvetinden) gelmektedir.
Türkler’de evvela itaat duygusunu kırmak ve manevî rabıtalarını (bağlarını) kesretmek (parçalamak), dinî metanetlerini zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, an’ânât-ı milliye ve mâneviyelerine uymayan haricî fikirler ve hareketlere onları alıştırmaktır.
Türkler, haricî muaveneti (dış yardımı) reddederler, haysiyet hisleri buna manidir. Velev ki, muvakkat bir zaman için zahirî kuvvet ve kudret verse de, Türkler’i harici muavenete alıştırmalıdır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkler’i kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ni tasfiye için, mücerred olarak harp meydanındaki zaferler kâfi değildir. Ve hatta sadece bu yolda yürümek Türkler’in haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden, hakikatlere nüfuz edebilmelerine sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türkler’e bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır!”
Fener Rum Patrikhanesi’nin açtığı okullardan birisi olan İkonomos akademisinin 1884 yılı ders müfredatında olan Ada belediye başkanı tarafından ele geçirilen ders müfredatında şunlar yer alıyordu ;
1) Türkler ezeli bir düşman olarak Rumlara tanıtılacak.
2) Türklerin en küçük hataları büyütülerek Avrupa’ya duyurulacak ve uygar dünya Türklere düşman edilecek.
3) Türkler ekonomik bakımdan çökertilecek. Bu amaçla zengin Türkler sakat ticaret yollarına götürülecek, bol faizli krediler açılacak, ağır şartlarla rehin kabul edilecek.
4) Türklerin ahlak, milliyet, din ve gelenekleri dejenere  edilecek. Bu amaçla küfürler öğretilecek ve bu küfürlerin Türkler arasında yayılmasına çalışılacak. Türkler ziyana ve diğer ahlaksızlıklara teşvik edilecek. Türk gençleri arasında kabadayılık ruhu aşılanarak sevgi ve saygı bağlılıkları kırılacak. Aralarına ikilik sokulacak. Argoya benzer bir küfür dili Türkler arasında yayılarak milli dil ve duyguları bozulacak. Zengin Rum tüccar ve esnafı Türk hocalara bol hediye ve veresiye vererek onları elde edecek. Hocalar içkiye alıştırılacak. Her türlü uydurma inanışlarla dini inançları saptırılacak. Onlara yalan yanlış olaylar anlatılıp, Türk halkı ile hocaların arası açılacak.
5) Türk hükümranlığı baltalanacak. Bu iş yavaş yavaş geliştirilip, Bizans yeniden kurulacak.
6) Türk halkı arasında sürekli olarak anlaşmazlık tohumları ekilecek. Ayaklanmalar düzenlenip zamanında aradan çekilerek Türkler arasında kardeş kanı akıtılacak. Komiteler kurulup Türk köyleri basılacak.
7) Bir savaş sırasında Türk halkını sefalete götürecek her yola başvurulacak. Türk topraklarındaki en önemli gıda maddeleri, halkın elinden hızla ve gizlice toplanıp adalara gönderilecek. Buradan komşu ülkelere satılacak. Rum tüccarların uğradığı zarar milli bankalar tarafından para olarak ödenecek.
8- Doktor ve eczacı Rumlar, hastaları özellikle kimsesiz hastaları gizlice zehirleyip öldürecek. Kör, sağır, sakat edecek. Saf dışı bırakmaya çalışacak.
9) Tarım politikasında Türk çiftçisi ağır faizlerle toprağından mahrum edilecek. Borçların kolayca çoğalması sağlanacak. Böylece Türkler ellerindeki toprakları Rum tüccarlara satmak zorunda kalacaklar.
10) Yüksek rütbeli devlet memurları rüşvet, ziyafet ve hatta kadın ikramları ile Etniki Eterya’nın emrine alınacak. Ancak bu işler tamamen okuldan yetişmiş papazların talimatına ve okulun tayin edeceği kişilerle bunların vereceği direktiflere göre uygulanacak.
11) Fırsat çıktıkça özellikle resmi binalarda yangın çıkarılacak., ölümlü kazalar yaratılacak, savaş gemilerine yangın ve yaralar açılacak.
12) Bir ileri karakol ve gözetleme yeri olan manastırlardaki istekleri hemen yapılacak., verecekleri mektuplar kendi işlerinden önce yerine götürülüp teslim edilecek.
13) Bütün Rum ustaları kesinlikle Türk çırakları kullanmayacaktır. Politik düşüncelerle bir Türk çırak almak gerekirse Rum usta, Türk çırağı bir hizmetçi gibi kullanacaktır.
14) Bütün bu kurallar gizli olarak yapılacak, kurallara uymayanlar hemen aforoz edilecek, kredileri kesilecek ve Rum toplumu arasından kovulacaktır.
*DİNLER ARASI DİYALOG,
*YABANCILARA TOPRAK SATIŞLARI,
*KÖYLÜ'NÜN TARIMDAN UZAKLAŞTIRILMASI,
*BANKA FAİZLERİ İLE İNSANLARIMIZIN EZİLMESİ,
*DIŞ BORÇLA TİCARET YAPILMASI,
*TÜRKÇE'NİN "SİSTEMLİ OLARAK" BOZULMASI,
*TÜRK KÜLTÜR VE TÖRESİNİN UNUTTURULMASI,
MENFUR BİR PLANIN PARÇASI MI?
 Yılmaz KARAHAN & Mustafa Nevruz SINACI
(Kaynak: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz “Sorularla Osmanlı”)